Atatürk'ün Mektupları,Telgrafları ve Mülâkatları

Painfully

Well-Known Member
Yanıt: Atatürk'ün Mektupları,Telgrafları ve Mülâkatları

İzmit’te İstanbul Gazeteleri Temsilcilerine Verilen Demeç, 16 Ocak 1923

İzmit’te, İstanbul Basın temsilcilerine Türkiye’nin o günkü durumu ve hükümetin, memleketin kalkınması için yapmakta olduğu ve yapacağı işler hakkında:

İstanbul’un kıymetli basın ileri gelenleri ile böyle bir görüşme yaptığımdan dolayı özellikle memnun bulunuyorum. Mutluluğumun en önemli nedeni, bence de doğal olarak isteğe değerdir ki, benim ve bütün çalışma arkadaşlarımın iç ve dış durumun nasıl olması gerekeceği düşüncesinde bulunduğumuzu bütün millet ve dünya bir an önce bilsin. Bunu sağlamada bütün basının olduğu gibi, çok önemli olan İstanbul basınının yapacağı hizmetin derecesi kolaylıkla anlaşılır. Yapılan görüşmelerde adı geçmiş üç temel üzerinde çok ayrıntılı ve hatta tartışmalı fikir alışverişi yapıldı. Ve benim arzu ettiğiniz her nokta ve bütün ayrıntılar üzerindeki açıklamamı dinlediniz, bu suretle haberli olduğunuz konuların birkaç kelime ile özetini yapmak gerekirse denebilir ki:

1.Millet üç buçuk seneden beridir karşı geldiği zorlukların ve fedakarlığın açık ve olumlu sonuçlarını görmekle, takip olunan hareket şeklinin mutlaka mutluluk hedefine ereceğinden emindir. Bugünkü başarıları mutlaka belirlemek ve doğrulatmak için, lüzum gösterilirse, şimdiye kadar olduğundan daha geniş bir karar ve inançla fedakârlığını ve gayretini devam ettirmeye hazırdır. Milletin mutlaka barış veya mutlaka savaş isteği gibi, başlı başına kesin bir ifadesi yoktur. Millet, geleneğinin açık bir ifadesini kullanmaktadır. “Hayırlı olanı isteriz!” hayırlı olan, bizi şimdiye kadar iyilik ve kurtuluşa ulaştıranların hükmedecekleri tarzdır. Milletin bu ifade ile kastettiği Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun hükümetidir. Bunların düşündüğü mutlaka barışı elde etmektir.

Buna milletin ve memleketin gerek duyduğu kadar bütün medeniyet dünyasının da, kesin ihtiyacı vardır. Bir kere savaş durumunu sürdürmekle öncelikle milli isteği yerine getirememek, ikinci olarak uygarlık dünyasının huzur ve sakinliğine engel olmak gibi sorumlulukları yüklenmek istemiyoruz. Şimdiye kadar olduğu gibi, özellikle bugün bütün içten gayretlerle barışı sağlamak için her türlü önlemlere yönelmektir. Ve bütün kalbini dünyaya açık olarak göstermeyi sağlamaya çalışmaktır. İtilaf devletlerinin bu gerçeği anlamamalarının söz konusu olmadığına inanmaktadırlar. Eğer devletlerin ve milletlerin konferanstaki temsilcileri bu ihtimalin tersine harekete devamda ısrar ederler, insanlık ve medeniyet dünyasının can atarak beklediği barış antlaşmasını sonuçsuz bırakırlar ise, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümeti buna üzülecektir. Bu insani etkilenme kendisini elbette zayıflatıp tereddüte düşürmez. Üç buçuk seneden beri kazanılması uğrunda yapılmadık fedakârlık kalmayan temel milli haklarını mutlaka elde etmek ve sağlamaktan ibaret olan görevini yine bütün milletin kabiliyetine, kudretine, azmine ve kendisine olan güvenine dayanarak şimdiye kadar olduğundan daha büyük bir faaliyetle yapmaya devam edecektir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin muzaffer orduları yeni zaferler kazanma aşkına ilgisiz değildirler. Fakat bu zafer aşkı milletin kurtuluş ve mutluluğunu sağlama aşkından doğmuştur. İkincisinin doğması, birinciyi olmuş kabul ettirebilir.

2. Hükûmet savaş halinin ve bekleme durumunun devamına rağmen milleti, şimdiden yeni usulümüzde idarenin kefil olduğu gerçek yararlardan faydalandırabilmek için gereği şekliyle çalışmakta, her gün yeni bir girişim yapmakta veya yeni bir girişimin temellerini düşünmektedir. Memleketin en ücra köşelerinde bile halk huzur ve güvenliği o derece sağlanmıştır ki, bunu geçmiş zamanın en sakin bir devresindeki hâl ile karşılaştırmak yersiz olur. Herkes güvenle ve özellikle çok büyük ümitlerle tarlalarında veya sanatları başında faaliyete geçmiş bulunuyor. Ve gayret ve işlerinin kendilerinden zorla alınmayacak kazançlarının yeteceğinden emindirler. İktisat, eğitim işleri, sosyal yardım hizmetleri şimdiden temas edilebilir yeni sonuçlar vermiştir. Ziraat mektepleri var olanlardan başka Bursa’da, Balıkesir’de, İzmir’de, Adana’da, Erzincan’da beş mektebe sahip olmakla artırılmıştır. Savaşın ve inkılâpların faaliyetlerinden alı koyduğu ziraat bankaları yeniden harekete koyulmuş ve birçok şubeler meydana getirerek halkın yardımına koşmaya başlamıştır. Birçok sığınmacı ve göçmen refah ile uygun yerlere gönderilmiş ve yerleştirilmiştir. Bunun daha iyi sağlanması için özel yardım bankaları kurulmak üzeredir. Köylülere önemli sayıda iki buçuk milyon liralık ziraat alet ve araçlar dağıtılmış ve bu konudaki dağıtıma devam edilmektedir. Ayrıca köylülere tarım alet ve araçları vermek ve bunları gerektiğinde tamir etmek için sermayesinin yüzde yetmişine ortak olduğumuz bir şirket ile anlaşılmak üzeredir. Bu çiftçileri çok memnun ederek onlara yarar sağlayacaktır. Bayındırlık girişimleri yakında gerçekleşebilecek ümit veren bir konumdadır. Bunun sonucunda memleketin bütün önemli merkezleri birbirine az zamanda trenle bağlantı kazanacaktır. Önemli mâden hazineleri açılacaktır. Memleketimizin baştan sona kadar harap manzarasını imar etmekten ibaret olan gayenin temel taşları her yerde görenleri çalışmak ve mutlu olmak ihtiyacı içinde bütün halkımız için, işçiler için, geniş ve emin çalışma alanları davetlerini yapmakta gecikmeyecektir. Tüccarlarımız yüzlerinin güleceği günden uzak değildirler. Memleketi bayındır ve milleti mutlu etmek için düşünülen ve girişilen bütün bu işlerde takip olunacak programın temel noktalarına fiilen yönelinmiş sayılabilir. Bu başlangıcın en ileri şekli, derin araştırmalar ile çizilecektir. Özellikle ekonomik hareketleri dayandıracağımız ilkeleri; her türlü bilgiyle beraber özellikle doğrudan doğruya memleketimiz toprakları koklanarak ve bu topraklarda bizzat çalışan insanların sözleri işitilerek belirlenecektir. Sanayi ve ticaretimiz için de aynı değerlendirme yapılacaktır. Bunun içindir ki, şubatın on beşinde İzmir’de belki beş bin kişinin toplanabileceği bir kongre yapılacaktır. Bu kongre bizzat millete ve bir taraftan da diğer milletlere anlatacaktır ki, yeni Türkiye Devleti temellerini süngü ile değil, süngünün bile dayandığı iktisat bilgisi ile kuracaktır. Yeni Türkiye Devleti savaşçı bir devlet olmayacaktır.

Fakat yeni Türkiye Devleti bir ekonomi devleti olacaktır. Bu devleti en kuvvetli temeller üzerinde çok az zamanda kurmak hususunda Japonlar’dan az yetenekli olmadığını gerçekten ispat edecektir.

Hindistan ile Avrupa arasındaki ekonomi yollarını, Süveyş’ten Boğazlar ve Kafkasya’dan geçen yolları elinde bulundurmakla ancak hayatla ilgili kabiliyetinin korunmuş olacağını sanan eski Osmanlı İmparatorluğu ile bu yolları terketmiş olan ve hayatla ilgili yeteneğini göstermek ve ispat etmek için bu yollara ihtiyacı olmadığını bildiren yeni Türkiye arasındaki farkı, hayat yeteneği olgunlaşma farkını görmek için dünya çok zaman beklemede bırakılmayacaktır.

Bu saydığım ekonomi ve sanayi girişimleri içinde söz ettiğim şirketlerin, milli istiklâl ve hâkimiyetimize saygılı milletlerin güven içinde hükümetimizle ilişkiler kurmaları ve kanunlarımız dairesinde anlaşmaları ile faaliyete geçebileceklerini söylemeye gerek yoktur. Gerçekten memleketimizi az bir zamanda bayındır yapmak için milletimizin yetersiz sermayesi karşısında dışarının sermayesinden araçlarından, bilgisinden yararlanmak gerçek çıkarlarımız gereğindendir. Hükümetimiz, açıklanmasına gerek olmayan vazgeçilmez ilkelerine saygı gösterecek olan her devlet ve millete karşı bu konuda güven ve samimiyetle yaklaşacaktır.

3. İçinde bulunduğumuz durumda çok kuvvetli olduğumuzu ortaya koyan ve gelecek girişimlerimizde mutlaka başarılı olacağımızı bize inandıran ve durumlar, milletin inkılâp ve mücadele ile kurmuş olduğu bugünkü hükümetimizin şekli yapısı ve içeriğidir. Hükümetimiz, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, millidir; tamamiyle maddidir; gerçekçidir sevgi doludur. Hayal edilen ülküler arkasında, o ülkülere ulaşmak için değil, fakat ulaşmak hülyâsıyla milleti kayalara çarparak, bataklıklara batırarak en sonunda kurban ederek yok etmek gibi cinayetten sakınan bir hükümettir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bütün programlarının ilkesi şu iki esastır:

Tam Bağımsızlık, kayıtsız ve şartsız millî egemenlik.

Birinci ilkesinin ifadesi “Misak-ı Milli”dir. İkinci ve hayatî olan ilkesinin açıklaması “Anayasa Kanunu”dur. Millet, Misak-ı Millinin anlamını seçkin evlâtlarından oluşturduğu kahraman ordulariyle fiilen elde etmiştir. Bunun usulen ve siyaseten ifade bile olunacağına şüphe yoktur. “Anayasa”nın gerçek ruhu ise bu kanunun kitaplara geçmesinden önce milletin beyninde ve vicdanında toplanmış olmasiyle ve ancak bunun ifadesi olmak üzere kurduğu meclise verdiği asıl görev ile ortaya konmuştur. Senelerden beri hükümlerini fiilen uygulamakta olmasiyle ve en sonunda kanun şeklinde dünyaya açıklamasıyla gerçekleşmiştir. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Ve gerçek milli istek ve iradeyi uygular ve ancak bununla millet alın yazısına sahip olur. Tarihi olaylarımız ve tecrübelerimiz bize milletin koyun sürüsü halinde olduğu görüşünün, keyfin, arzu ve hırsların ve hiçbir şekilde karşılanmayan çıkarların elde edilmesine sürüklemekle milletin yok olmasına neden olan içeriğe dönüşen idare şekillerinin artık memleketimizde uygulamasının kalmadığını göstermiştir. Millet; hâkimiyetini değil, hâkimiyetin bir zerresini bile bir başkasına terk etmenin neden olabileceği felâketin, yok olmanın, hüsranın acısını her an kalbinde ve vicdanında duymaktadır. Zaten iradenin ve hâkimiyetin ayrılamaz ve bölünemez olduğunu ilmen ve gerçekten düşündükten sonra böyle bir görüşün uygulamasına kalkışmak ancak göreceli ve yapay bir işe girişmekten başka bir şekilde yorumlanamaz. Millet ve memleketimiz için ise bu mecburiyet atlatılmıştır. Milleti hâkimiyetinden mahrum eden engel, milletin coşması ve tamamıyla taşması ile biraz zor ve fakat sonuç olarak başarılı şekilde ortadan kaldırılmıştır. Yok olanın diriltilmesine kalkışmak ise elbette olmayacağı olur görme düşüncesine sapmada inat olur. Bu, dikbaşlıların, ki milletin başarısızlığına bilerek veya bilmeyerek neden oluyorlar, gerçek pişmanlığına ve üzüntü verici bir başarısızlığa neden olmaktan başka bir sonuç vermez.

Artık millete karşı namusluca, kesin gerçeği ilân edenler çoktur. Milletimiz ise gerçekleri iyi anlamaya ve gereklerini uygulamaya çok uygun ve yeteneklidir. Bu anlayışlılığı ispat için yakın tarihin bile verebileceği örnekler çoktur. Felâketini anlayan milletimiz ne şeyhülislâmların dinin gereğidir diye irticaya davet eden fetvalarını ve ne de halife ve padişahın camilerden çalınan ayetler ve peygambere ait hadisler ile süslenmiş ve birleşmiş sancakları başlarında taşıyan hilâfet ordularına değer vermemiştir. Milli mücadeleye devamın hiçbir şey elde edilemedikten başka büsbütün yok olma sebebi olacağını söylemelerine de önem vermemiştir. Babıâli ileri gelenlerinin dikkatsiz ve bilgisiz çalışmalarına ve en sonunda halifenin, padişahın bildirilerini uçaklarla savaşan ordumuz saflarına atan ve halife adına hareket ettiğini söyleyen Yunan ordusunun aldatışlarına zerre kadar dikkat göstermedi ve göstermeyecektir. Özellikle bundan sonra kesinlikle göstermeyecektir. Çünkü bu millet yüzyıllardan beri bu gibi gericilerin, bilgisizlerin yalancıların, çıkarcıların, serserilerin sözlerine inanmak saflığını gösterdiğinden dolayıdır ki, bugün çamurdan ve sazdan harabelerde oturmaya mahkûm, çıplak ayakları ile ve çıplak vücutları ile çamurların, karların, yağmurların acımasız şamarları altında yeniden aklını başına toplamak zorunda kalmıştır.

4. Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükûmeti, memleketin bütün vicdanlı ve namuslu aydınları millete ve memlekete karşı, öncelikle bu millet ve memleketin birer evlâdı olmak bakımından, ikinci olarak üyesi oldukları toplumun medeniyet dünyasında değerini ve derecesini yükselttikçe bunun kendileri için ne derece şeref ve mutluluk sebebi olacağını düşünmektedirler. Bu düşüncesiyle kendilerine yönelen görevin memleketi ve milleti medeniyetin ve insanlık gereklerinin mecbur kıldığı olgunlaşma derecesine getirmek için bütün varlıkları ile her türlü çalışma kollarında en doğru yolları aramak, bulmak ve bunun en doğru olduğunu millete anlatarak, bunun üzerinde hızlı ve geniş adımlarla yürümeyi ve bütün milleti yürütmeyi sağlamaktır. Bunda başarının gerektirdiği nitelikleri düşünürsek, bu niteliklerin var olanlarından yararlanmak ve var olmayanlarını elde etmeye çalışmak konusundaki gayretin ne kadar geniş ve ne kadar ciddi olduğunu değerlendiririz. Millî hedef belli olmuştur. Ona ulaştıracak yolları bulmak zor değildir, önemli olan, çetin olan, o yollar üzerinde çalışmaktır. Denebilir ki, hiçbir şeye muhtaç değiliz, yalnız tek bir şeye çok ihtiyacımız vardır; çalışkan olmak. Sosyal hastalıklarımızı araştırırsak temel olarak bundan başka, bundan önemli bir hastalık bulamayız, hastalık budur. O halde ilk işimiz bu hastalığı esaslı şekilde tedavi etmektir. Milleti çalışkan yapmaktır. Servet ve onun tabii sonucu olan rahatlık ve mutluluk yalnız ve ancak çalışkanların hakkıdır.

5. Eksiksiz bizim milletimizin fertleri çalışmaya isteklidir. Fakat harcanılan çalışmadan yararlanmanın büyüklüğü, emekte uygulanan yönteme uygundur. Öncelikle yöntemlerimizi en çok kazanç verecek medeni şekilde belirlemeliyiz. Bir de ayrı ayrı olan çalışmaların sonuçları, çalışmanın birlikte vereceği sonuçtan çok aşağıdır. Bunun için milletin sosyal ihtiyaçlarını doyuracak ve geçmişteki zararlarını giderebilecek en uygun programı belirlemek zorundayız. Program, bütün milletçe uygulanmalıdır. Bu ancak siyasî bir kuruluş ile olabilir.

İşte bu gerçeğin gereği ve zorlamasıyladır ki, bütün sınıfları birbirinden ayrılamaz olan, çünkü çıkarları da birbiriyle zıt olmayan halkımızın ortak yararlarını ve mutluluğunu sağlamak için “Halk Fırkası” adı altında bir parti kurulması düşünülmektedir. Fakat millî amaçlardan fazla, şahsi çıkarlar ilkesine dayanan siyasî kuruluşlardan ve onların aldatmalarından, çarpışmalarından doğmuş olan şekillerin şimdi cezasını çekmekte olan milleti aynı sonuçsuz uğraşılara sevk etmek kadar büyük günah yoktur.

Bu ifade ile belirtilmek istenilen şudur ki, ismi parti olan halk kuruluşundan amaç, millet evlâdının bir kısmının halk sınıflarından bazılarının, diğer evlat ve sınıfların zararına çıkarlarını sağlamak değildir. Belki birbirinden ayrı olmayıp halk adı altında bulunan bütün milleti ortak ve birleşik bir şekilde gerçek rahatlığa ulaştırmak için harekete geçirmektir. Yapılması gereken çalışmanın şekil ve derecesi, doğal durumunu bulmuş herhangi bir milletin güven ve huzur içinde izlediği şekilden ve dereceden başkadır. Çok fazladır. Çünkü millet ve memleketimiz bütün dünyada hayret verici zaferlerinden sonra bile güven ve huzur içinde kendini görememek talihsizliğine mahkûmdur. Geçmiş, karanlık ve uğursuz geçmiş, millete ancak böyle bir miras bırakmıştır.

6. Mondros mütareke hükümlerinin haksız ve adaletsiz bir şekilde fiilen bozulmuş olmasından, bütün memleket için çok felâketler doğmuştur. Bu felâketlerin en kötüsüne sahne olan yerlerden biri de İstanbul’dur. İstanbul, yalnız yabancıların saldırısına, baskısına, hor görmesine göğüs germemiştir. İstanbul aynı zamanda yüzyıllardan beri milletin başında taşıdığı bir hükümdarın ve onun araçlarının bile verdiği acılarla ağlamıştır. İstanbul, baskıyı, saldırıyı her yerden daha çabuk ve daha derin bir titizlikle duyabilecek özel duruma sahiptir. Gerçekten bu beldede milyona yakın İslâm unsuru vardır. Bu beldede büyük imparatorlukları idare için kurulmuş geniş makinelerin binlerce hizmetçileri vardır. Bu beldede bütün memleket için, memleketin her tarafında çalışmış ve görevini tamamladıktan sonra dinlenmeye geçmiş olduğunu zanneden, binlerce emekli ve yine binlerce dul ve yetim vardır. Bütün bu saydığımız insanlar hayatınlarını devam ettirmek için üzücü bir görüntünün şahidi bulunuyorlar. Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükûmeti kurulduğu günden İstanbul idaresine el koyduğu güne kadar bu üzüntülü durumun daima çarpıntılarını duymuştur. Bugün ki, bu belde ile ve orada yaşayanlarla görüşmüş, elbette senelerden beri kalbini yakan bu acı ve üzüntü verici duruma çare bulucu olmayı en önemli görevlerinden sayar ve bu görevini yapmakla şüphesiz mutlu olacaktır. Ancak en iyi önlemi bulmak ve onu içinde bulunan şartları göz önüne alarak faydalı ve derhal mutluluk veren eserlerini gösterebilecek şekilde uygulamanın bir günde ve bir ayda olabileceğini iddia etmek elbette mantıklı olamaz. Böyle bir gösterişçilerin, görüntüyü kurtarmayı siyaset sananların, göz boyamak için alabilecekleri geçici önlemlerin iş bittikten sonra kıymetsizliği meydana çıkacak uygulamalardır. Sabır ile güvenmek gerekir ki, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümeti İstanbul’u ve İstanbul’da yaşayanların hepsini lâyık olduğu şekilde düşünmektedir ve bu insanların bugününü ve geleceğini sağlamak için en olumlu önlemleri alacaktır.

İstanbul’un bizzat Türk ve İslâm olan unsurların gönlünde yaşattığı şehir olarak kalması doğal olduğu kadar, o insanların hayatını, rahatlığını sağlayacak vesileleri düşünmek ve uygulamak da gereklidir. Bütün memleketimizin her çalışma şubesindeki memur ihtiyacı düşünülürse İstanbul’da var olan memurlarımızın geleceğe dair hiçbir endişeye düşmelerine yer yoktur. Yeniden uzman memur yetiştirmenin kolay bir şey olmadığını açıklamaya gerek yoktur. Elbette var olan memurlarımız gereği gibi görevlendirilecek ve geçmişte olduğundan daha uygun ve daha rahat şartlar içerisinde çalışma ile yeni Türkiye’yi sağlamlaştıracaklardır. Milletimiz ve milletin fertlerinden olmakla beraber milletin hizmetçisi olan memurlarımız, subaylarımız, daima millet ve vatan sevgisiyle ve büyük bir ruh ve soy temizliği ile donanmışlardır. Bu kadar temiz olan milletin fertlerinden bazılarının gereğinden fazla sâf olmaktan başka bir kusur göstermemiş olanlarına karşı görevimiz onları şunun ve bunun kötü idaresi devrinde tesadüfen bulunmuş olmakla sanık yerinde bulundurmak değildir. Belki onları kötü yönetip yönlendirenlerin bir daha aynı devri canlandırmalarına engel olmak gerektiğini içten bir biçimde anlatmak görevimiz olmalıdır.

Kaynak: Vakit Gazetesi, 20.1.1923.
 

Painfully

Well-Known Member
Yanıt: Atatürk'ün Mektupları,Telgrafları ve Mülâkatları

İzmir’de Gazetecilerle Konuşma

İzmir Ordu Evinde Kurtuluş Savaşı komutanlarıyla Harp Oyunları’nın açılış toplantısında harita başında. (15 Şubat 1924)
İzmir’de Gazetecilerle Konuşma, 5 Şubat 1924

İzmir’de tertip edilen, harp oyunları için İzmir’e gelen gazete başyazarlarına verilen ziyafette söylenmiştir.

Saygıdeğer Beyefendiler;

Türkiye Cumhuriyetinin kıymetli basın ileri gelenlerini bir arada görmekten, onlarla bir sofrada bulunmaktan çok memnunum. Büyük, önemli bir inkılâp oldu. Bu inkılâp milletin kurtuluşu adına, hak adına yapıldı. Milletimiz demokratik bir hükümet kurduğu için düşman ordularını yok etti. Vatanı istilâdan kurtardı. Kahraman ordumuzun yiğitlik meydanlarında kazandığı zaferi siyaset sahasında da verimli kıldı: Türkiye’nin yeni idaresi çalışmalarıyla, başarısıyla kendisini tanıttıktan sonra dünyaca bilinen ve belli unvaniyle varlığını gösterdi ve sağlamlaştırdı. Bazılarının anlamak ve yorumlamak istedikleri gibi, geri bile gitmesi muhtemel bir bakış, bir kararsızlık durumunda bulunmadığını ispat etti. Türk tarihinde bir Cumhuriyet devri açtı.

Saygıdeğer Efendiler;

Sultanların boğdukları zannolunan millet ruhu, saltanat taç ve tahtı parçalanarak yükseltildi. Milletin uyanışına, milletin ilerleme ve olgunlaşma ve akıllılığına güvenerek, milletin kararından asla şüphe etmeyerek Cumhuriyetin bütün gereklerini yapacağız.

Arkadaşlar;

Türkiye basını milletin gerçek sesi ve iradesinin ortaya çıktığı yer olan Cumhuriyetin etrafında çelikten bir kale meydana getirecektir. Bir fikir kalesi, düşünce kalesi. Basın sahiplerinden bunu beklemek, Cumhuriyetin hakkıdır. Bugün milletin içten birlik ve dayanışma içinde olması mecburidir. Toplumun kurtuluşu ve mutluluğu bundadır. Mücadele bitmemiştir. Bu gerçeği milletin kulağına, milletin vicdanına gerektiği gibi ulaştırmada basının görevi çok ve çok önemlidir.

Efendiler;

Kabul etmeliyiz ki, dünya henüz yeni Türkiye devleti hakkında, Türkiye Cumhuriyeti hakkında daha fazla aydınlanma ihtiyacındadır. Milletin, özellikle aydın ve olgun vatandaşların ortak amaç etrafında olduklarını reddedilemez ve çürütülemez delillerle göstermeliyiz. Millî işlerde çeşitli iş sahiplerinin birbirine yardım etmesi, çalışmanın ortak hedefte birleşecek şekilde uzlaştırılması lâzımdır. Birçok zorluklar ve meseleler karşısında bulunduğumuzu anlıyoruz. Bunların tamamını incelemekle, kararlılık ve iman ile ve millet aşkının sarsılmaz kuvvetiyle birer birer yok edeceğiz. O millet aşkı ki her şeye rağmen sinemizde sönmez bir kuvvet, sağlamlık ve ateş kaynağıdır.

Kaynak: Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi, 07.02.1924
 

Painfully

Well-Known Member
Yanıt: Atatürk'ün Mektupları,Telgrafları ve Mülâkatları

Mustafa Kemal’in Fransız Gazeteci Maurice Perno’ya Verdiği Mülâkat

Maruf Fransız gazeteci Maurice Perno, Gazi Mustafa Kemal Paşa ile icra ettiği mühim bir mülâkatı “Revue de monde” mecmuasında berveçhidti (aşağıda olduğu şekilde) naklediyor:

Mustafa Kemal Paşa, bütün eşyası bir kanape, iki koltuktan ibaret olan bu küçük odada elini masaya dayamış, ayakta duruyordu.

Bana elini uzattı, oturmak için yer gösterdi ve bir sigara verdi, nazikâne bir tavırla beni dinlemeye âmâde olduğunu ihsas etti (sezdirdi). Derhal mevzua geçerek Fransa’nın, istiklâlini kaybetmektense ölüme karar vermiş olan bir milletin azim ve cehdini (çabasını) nasıl muhabbetli bir alâka ile takip ettiğini hatırlattım. Mustafa Kemal Paşa:

-”Türkler; memleketinizin muhabbetine itimat edebileceklerini bilirler. Her zaman Fransa hürriyet için kahramanâne mücadelede dünyaya misal teşkil etmiştir.” dedi.

-”Fakat, dedim; zat-ı asilânelerine itiraf ederim ki son aylar zarfında Fransızların Türklere hissiyatı daha az umumi idi. Türkiye’nin hasımları vatandaşlarımın muhabbetini Türkiye’nin üzerinden çekip almaya çalıştılar. Ve evvelâ Türk hükümetinin Türkiye’de mekteplerimizin, lisanımızın, nüfuzumuzun inkişafına mâni olacak tedabir ittihaz edeceğini, sonra Türk milliyetperverlerinin güya ecnebi düşmanı olduklarını ileri sürdüler. Bu iki nokta hakkında zat-ı asilâneleri bana tavzihatta (açıklamalarda) bulunabilirler mi?”

Mustafa Kemal Paşa bir saniye düşündü gözleri uzaklara daldı, dedi ki:

-”Mektepleriniz için bu, biraz da eski bir hikâyedir. Fransız mektepleri Türk milletine büyük hizmetler etmiştir. Biz, hepimiz Fransa’nın hars (kültür) membaından (kaynağından) içtik. Ben bile çocukken bir müddet Fransız mektebine gittim. Fakat bazan ecnebi mekteplerinin vazife hudutlarını geçtiğini, rollerinden çıktıklarını, gayri fennî propaganda gayeleri takip ettiklerini ve bunun için halkımızın Türk olmayan unsurlarına istinat ettiklerini gördük.”

Bu ithamı derhal kaydettim:

-”Bu şikayet belki bazı ecnebi mektepleri için vârid olabilir. Merzifon’daki Amerikan mektebini kapattığınız için kimsenin size bir diyeceği yoktur. Fakat Türkiye’de bir Fransız mektebine karşı gerek siyasi gerek dini herhangi bir propaganda isnat edildiğini bilmiyorum.”

Paşa hafifçe güldü ve cevap verdi:

-”Fransız mekteplerinin ekserisi rahipler ve hemşireler tarafından idare edilmektedir. Şu halde meslekî bir mahiyeti vardır. Binaenaleyh dinî bir propaganda bulunduklarından endişe edebiliriz. Maamafih istiyoruz ki mektepleriniz kalsın. Fakat Türkiye’de bizim mekteplerimizin bile hazır olmadıkları imtiyazata (ayrıcalığa) ecnebi mekteplerinin malik olması gayri kabil-i kabuldür (kabul edilemez). Müesseseleriniz, aynı sınıfta Türk müessesatına mevzu olan kanun ve nizamata riayet ettikçe bâki kalabilir. Zaten bu mesele Ankara murahhısları ile Fransa mümessilleri arasında müzakere ve esaslı prensipler üzerinde itilâf (anlaşma) hâsıl olmuştur.”

Bu sırada bir fasıla-i sükût oldu. Mustafa Kemal Paşa sıcaktan başındaki astragan kalpağı çıkardı. Karşımda büsbütün başka bir adam gördüğümü zannettim. Sarışın ince saçları kalpak altında göremediğim geniş ve taazzuv etmiş (biçimlenmiş) alnını açık bırakıyordu. Kendi kendime karşımda bir Türk mü, yahut bir Slav mı mevcut olduğunu düşündüm. Yavaş yavaş evvelâ bilâ ihtiyar kapalı duran bu çehre canlandı, sesteki ihtizazlar (gönül rahatlığı) değişti. Paşa devam etti:

-”İkinci ecnebi düşmanlığı noktasına gelince: Şu bilinsin ki, biz ecnebilere karşı herhangi hasmâne (düşmanca) bir his beslemediğimiz gibi onlarla samimâne münasebatta bulunmak arzusundayız. Türkler bütün medenî milletlerin dostlarıdır. Ecnebiler memleketimize gelsinler, bize zarar vermemek, hürriyetlerimizi müşkülât irâsına (çıkartılmasına) çalışmamak şartıyla burada daima hüs-ü kabul göreceklerdir. Maksadımız yeniden mukarenet (yakınlık) peydâ etmek, bizi başka milletlere bağlayan revabıtı (bağları) tezyit etmektir (arttırmaktır). Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin terakkisi için de bu yegâne medeniyet birdir ve bir milletin terakkisi için de bu yegâne medeniyete iştirâk etmesi lâzımdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sukutu (düşmesi), Garba karşı elde ettiği muzafferiyetlerden çok mağrur olarak kendisini Avrupa milletlerine bağlayan rabıtaları kestiği gün başlamıştır. Bu bir hatâ idi, bunu tekrar etmeyeceğiz.

Memleketimizi asrîleştirmek istiyoruz. Bütün mesâimiz (çalışmamız) Türkiye’de asrî, binaenaleyh garbî bir hükûmet vücuda getirmektir. Medeniyete girmek arzu edip de Garbe teveccüh etmemiş (yönelmemiş) millet hangisidir? Bir istikamete yürümek azminde olan ve hareketinin, ayağında bağlı zincirlerle işkâl edildiğini (güçlük çıkarıldığını) gören insan ne yapar? Zincirleri kırar, yürür.

Fakat tahaddüs eden (ortaya çıkan) vekayi, Türkiye’nin bilâ kayd-ü şart hâkimiyet-i müstakillesine sahibolması neticesine vardı. Bundan sonra memleketimize gelecek ecnebiler, samimiyetle bizi hüküm ve esaretlerine almaktan feragat ederlerse hüsn-ü kabul göreceklerdir. İlga edilen (kaldırılan) uhud-u atika (eski ahidler) Türk milletinin bir hezimeti neticesi değildi. Bu Türkiye’ye zorla kabul ettirilmiş bir boyunduruk değil, padişahımızın birkaç ecnebi devlete kemal-i lütf ve mürüvvetle (tam bir lûtuf ve insanlıkla) takdim ettikleri bir hediye idi. Devletler bu hediyeden aleyhimize istifade ettiler. Uhud-u atîka memleketimizi fakra (yoksulluğa) düşürdü, harabetti. Eğer ecnebi düşmanlığından, o kadar pahalı elde edilen bir istiklâle halel (bağımsızlığa zarar) verecek her şeyden nefret manası çıkarılıyorsa, evet, bizim ecnebi düşmanı olduğumuz söylenebilir. Size açıkça söyledim ve sonuna kadar açık sözlü olacağım. Henüz emniyetimiz yerinde değildir, evvelce Türkiye’de ecnebi teşebbüsatının, ecnebi maksatlarının bize telkin ettiği endişeler kâmilen zâil olmuş (tam olarak ortadan kalkmış) değildir. Eğer bazan ihtiyatkâr hareket ediyorsak, ifrat (aşırı) derecede şüpheli davranıyorsak, bize çok pahalıya mal olan hürriyetimizi kaybetmek hususundaki korkumuzdandır.”

Bu son sözler nazar-ı dikkatimi celbeden bir samimiyet ve bir azimle söylendi.

Mustafa Kemal Paşa yeni bir suale intizar ediyordu. Dinî mesele hakkındaki fikirlerini dinlemek merakında idim. Bu vadide ittihaz edilen (alınan) bazı tedabirden ne maksat takibedildiğini izah etmesini rica ettim.

-”İttihaz ettiğimiz (aldığımız) bütün tedbirler bir cümle ile hülâsa edilebilir (özetlenebilir): Hâkimiyet-i milliyeyi ilân ettik. Kelimeler üzerinde oynamıyalım. Bugünkü Türk hükümeti az çok cumhuriyettir (1). Bu bizim hakkımızdır; fenalık nerede? Menşelerimizi hatırlayınız. Tarihimizin en mes’ut devresi hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamandır. Bir Türk padişahı, hilâfeti her nasılsa kendisine mal etmek için nüfuzunu, itibarını, servetini istimal etti. Bu sırf bir tesadüf eseriydi. Peygamberimiz tilmizlerine dünya milletlerine İslâmiyeti kabul ettirmelerini emretti, bu milletlerin hükûmeti başına geçmelerini emretmedi. Peygamberimizin zihninden aslâ böyle bir fikirk geçmemiştir. Hilâfet demek, idare, hükûmet demektir. Hakikaten vazifesini yapmak, bütün Müslüman milletlerini idare etmek isteyen bir halife, buna nasıl muvaffak olur? İtiraf ederim ki bu şerait dahilinde beni halife tâyin etseler derhal istifamı verirdim…

Fakat tarihe gelelim, hakayıkı (gerçeği) tetkik edelim, Araplar Bağdat’ta bir hilâfet tesis ettiler, fakat Cordou’da bir hilâfet daha vücude getirdiler. Ne Acemler, ne Afganlılar, ne Afrika Müslümanları İstanbul halifesini aslâ tanımadılar. Bütün İslâm milletleri üzerinde ulvî vazife-i ruhaniyesini ifa eden yegâne halife fikri hakikaten değil, kitaplardan çıkmış bir fikirdir. Halife hiçbir zaman Roma’daki Papanın Katolikler üzerindeki kuvvet ve iktidarını gösterememiştir. Son ıslahatımızın sebep olduğu tenkitler, gayr-ı hakikî mevhum bir fikirden, ittihad-ı islâm (islâm birliği) fikrinden mülhemdir. Bu fikir aslâ hakikat olmamıştır.

İlâve edelim ki İslâm âleminde Türkler halifenin maddî ihtiyaçlarını fiilen temin eden yegâne millettir. Cihanşümûl bir hilâfeti terviç edenler (üzerlerine alanlar), şimdiye kadar her türlü iştirakten mücanebet etmişlerdir (uzak kalmışlardır). O halde ne iddia ediyorlar? Yalnız Türkler bu müessesenin hamulesine (yüküne) tahammül etsinler ve yine yalnız onlar halifenin nüfuz-u hâkimanesine riayet etsinler… Bu iddia müfritanedir (aşırıdır).”

-”Şu halde yeni Türkiye’nin siyasetinde dine mugayir (aykırı) hiçbir temayül ve mahiyet olmayacak demek?

-”Siyasetimizi dine mugayir olmak şöyle dursun, din nokta-ı nazarından eksik bile hissediyoruz.”

-”Zat-ı asilâneleri, düşündüklerini bendenize daha iyi izah buyururlar mı?”

-”Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dinimiz -bizzat hakikate nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum- şuura (akla) muhalif, terakkiye (ilerlemeye) mâni hiçbir şey ihtiva etmiyor. Halbuki Türkiye’ye istiklâlini veren bu Asya milleti içinde daha karışık sun’î, itikadat-ı bâtıladan (bâtıl inanışlardan) ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu âcizler sırası gelince tenevvür edeceklerdir (aydınlanacaklardır). Eğer ziyaya (ışığa) takarrüp edemezlerse (yaklaşamazlarsa) kendilerini mahv ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız.”

MAURİCE PERNO

Kaynak: Akşam Gazetesi, 11 Şubat 1924
 

Painfully

Well-Known Member
Yanıt: Atatürk'ün Mektupları,Telgrafları ve Mülâkatları

Mustafa Kemal’in Madame Titiina’ya Verdiği Mülâkat

Bu dinç, mümtaz, centilmen ve 1919 senesinden beri muhabbet-ı umumiyeyi (genel sevgiyi) kazanmış olan şahsiyet ile karşı karşıya bulunuyorduk. Müşarünileyhten kıymettar dakikalarını izaa (ziyan) etmemek üzere, derhal mülâkatın mevzuuna girişmekliğim için müsaadesini talep ettim ve dedim ki:

-”Reisicumhur Hazretleri, Meclisi millîde memleketim için o samimî beyanatta bulunduğunuz zaman Ankara’ya vasıl olmuştum…”

Daha ben cümleyi bitirmeye vakit bulamadan Paşa sözlerimi keserek:

-”Bu hususta daha sarih ve vâzıh (açık ve açıklayıcı) olmak istiyorum. Karilerinize (okurlarınıza) söyleyiniz ki, Türkiye ile Fransa’nın arasındaki münasebatın muhabbet ve meveddetle (sevgi ile) meşbu (dolu) olmuş bulunması, hissî bir muhabbet ve teveccühten ve iki milletin zevk-i selimindeki iştirâkten neşet ediyor (yayılıyor). Türkiye kendini idrak ettiği ve anladığı bu günlerde bu eski muhabbet ve meveddete (sevgi ve sevgi göstermeye) bir yenisi munzam oluyor (ekleniyor). Bu meveddet, şahsen daha sıkı bir hale sokmak istediğim iki Cumhuriyet arasındaki münasebat-ı dostaneyi (dostça ilişkileri) daha ziyade takviye edecektir.

-”Filhakika bu münasebat, gazetelerin Fransa’ya yapacağınızı yazdıkları seyahatle sıkı bir şekle inkılâp edecektir.”

-”Fransa’ya seyahatim mi? Filhakika Mösyö Mojen ile görüştüm ve Türk toprağından dışarıya ayak attığım zaman en evvel Fransa’yı ziyaret edeceğimi vâdettim. Arzum’da 15 sene evvel tanımış olduğum memleketinizi ziyaret etmek merkezindedir. Memleketinizi memnuniyetle tekrar göreceğim.”

-”Ne vakit?”

-”Bunu tayine imkân yok. Elyevm (önce), muhtac-ı hal (çözümü gereken) birçok meseleler vardır. Herşey ahval ve vaziyete tâbidir. Betaetle terâkki etmekte bulunduğumuz serzenişinin bize atfedildiğini işitmişsinizdir. Fakat genç Türkiye Cumhuriyeti’nin bir sene evvel doğmuş bulunduğunu ve daha bidayette (başlangıçta) her şeyi muhtac-ı ıslah ve tanzim bir memleket dahilinde muazzam bir iş karşısında bulunduğunu unutuyorlar.”

-”Sizin ve hükümetinizin tamamen ahrarane (özgürce) olan efkârı Fransa’da malûm olmakla beraber hilâfetin ilgası (kaldırılmış) bir nebze hayreti mucip olmuştur.”

-”Bu, mükerren bana irad edilmiş olan bir sualdir. Ben bu suale daima aynı saffet (temiz duygular) ve samimiyetle cevap vereceğim. Hilâfet, zamanımızda artık yeri olmayan mazinin bir efsanesinden ibarettir. Tunuslular, Mısırlılar, Hintliler ve diğer Müslümanlar İngiliz ve Fransız hâkimiyeti altında bulunuyorlar. Yeni bir halife yakında Kahire’de tayin olunacaktır.

Her halde Türkiye dinî mazisinden kemal-i sarahat (bütün açıklıkla) ve kat’iyetle kat’ı alâka (ilgisini kesmiş) etmiş ve her nevi müşkülattan azade olarak tarik-i terakkide (ilerleme yolunda) yürüyor.”

Kaynak: İkdam Gazetesi, 30 Kasım 1924
 

Painfully

Well-Known Member
Yanıt: Atatürk'ün Mektupları,Telgrafları ve Mülâkatları

Mustafa Kemal’in Falih Rıfkı ve Mahmut Bey’e Verdiği Mülâkat



Umumi Harp Başlangıcında

-”Arıburnu’nu Anafartalar’ı yapmış bir kumandan idim. Zannediyordum ki, ve bilâhare dost düşman herkesin tarz-ı telâkkisi de benim bu zannımı teyit etti (doğruladı), memlekette bir hizmette bulunmuştum, o hareketle bilhassa payitahtı kurtarmıştım. İnsanlık hali, bu nâçiz (değersiz) hizmeti ifa etmiş olmaktan memnun olabileceğini tahmin ettiğim Osmanlı ricâl-i mühimmesini (mühim şahsiyetlerini) ziyaret ediyordum ve bu ziyaretleri daha mühim bir vazife hissinin sevkiyle yapıyordum. İlim, fen, san’at ve hâdiseler itibarıyla, memleketim için ve milletimin mevzuubahs olmak lâzım gelen hayat ve mematı (ölümü) için düşüncelerim vardı, başta bulunanlara onları söylemek istiyordum. Hariciye nazır-ı muhterimini de görmek ve kendisiyle konuşmak faydalı olur itikadına (inancına) saptım. Nezaretin bir müsteşar muavini vardı, Sofya sefaretinden tanırdım: Halil Bey… Evvelâ bu güzel kalbli adamı makamında buldum. Nazır Beyefendi’ye, kendilerini ziyaret için geldiğimi söylemesini rica ettim, intizar (bekleme) emri geldi. Bekledim, bilmem ne kadar sürdü, fakat intizar epey uzun oldu, bu aralık muhterem nazır bey çok enteresan zairleri (ziyaretçileri) kabul etmekle meşgul idi. Farkına vardım ki, ben geldikten ve haber verdikten sonra, gelmiş olanlar dahi nazır bey tarafından kabul olunmaktadır. Canım sıkılmadı değil, müsteşar muavinine:

-”Beyefendi hazretleri galiba beni unuttular,” dedim.

Muavin benim intizarda bulunduğumu tekrar hatırlattı.

-”Beklesin, buyurmuş.” Kemal-i sükûn ile muavin beyin yanında oturdum. Kendisine dedim ki:

-”Sizin nazırınız bütün zamanını böyle manasız ziyaretleri kabul etmekle mi geçirir?”

Terbiyeli ve halûk (iyi) muhatabım sualime cevap vermedi. Bir aralık nazır beyefendinin bürosunu salonla birleştiren kapı açıldı ve bir odacı:

-”Buyurun efendim, dedi.”

Muavin beyle ciddî bir mevzu üzerinde konuşuyordum:

-”Nedir o? dedim.”

Odacı:

-”Nazır beyefendi hazretleri sizi kabul buyuracaklar…” cevabını verdi.

-”Beklesinler, dedim.”

Gazi devam etti:

-”Filhakika müsteşar muavini ile olan mükâlememizin biraz uzatılmış safhasının neticesine kadar nazır beyefendinin davetine icabet edemedim.”

Nazır beyefendinin muhteşem bürosuna girdiğim vakit, müşarünileyh beni ayakta ve mültefitâne kabul etti ve bana vaziyet-i askeriyenin, vaziyet-i dahiliyenin, vaziyet-i umumiye-i siyasiyenin çok parlak olduğundan parlak bir lisanla bahsetti. Nezaketen teşekkür ettim: Yalnız bazı mütalâat ve mülâhazatta (düşünce ve görüşlerde) bulunup bulunamayacağımı istizah ettim:

-”Hay hay efendim, dedi.”

Dedim ki,

-”Ben vaziyeti hiç de sizin gördüğünüz gibi görmüyorum. Vaziyet-i umumiyemizin sizin izah ettiğiniz gibi olmasını çok temenni ederdim. Fakat ben en çetin ve en müşkül netice alınabilen bir harp sahasından ve o sahanın kumandanı olarak İstanbul’a geliyorum. Eğer lûtfeder de beni bir saniye dinlerseniz minnettar olurum.”

-”Lütfen efendim, buyurdular.” Devam ettim:

-”Beyefendi, vaziyet sizin gördüğünüz gibi parlak değildir. Siz ki devletin idaresi mes’uliyetlerinden bir kısmını üzerine almış bir zatsınız, eğer şunun bunun ifadesine itimat ederek (güvenerek) siyaset kullanmakta devam ederseniz, mevcut tehlike umumî tahminin de fevkinde (üstünde) olur.”

Cevap verdi: Beyefendi, (bunu telâffuz ederken pek ciddî bir âmir tavrı takındı) ne demek istediğinizi anlayamadım. Mütevazi bir lisanla izah ettim:

-”Siz her şeyi biliyorsunuz da beni yabancı ve acemi bir adam telâkki ederek, bu acı hakikatler üzerinde benimle açık konuşmaktan tevakki ediyorsunuz (sakınıyorsunuz). Muktedir bir nazıra yaraşan da budur. Fakat ben o adamım ki, benimle her şey konuşulur, müsaade buyurunuz, teati edeceğimiz (görüşeceğimiz) fikirler aramızda kalacaktır, sizi diğer bir noktada tenvir edeyim (aydınlatayım): Hakikati konuşmaktan korkmayınız. Hakikat sizin dedikleriniz değil benim dediklerim.”

Çok sert ve ciddî tavırla şu mukabelede (karşılıkta) bulundu:

-”Kumandan bey, biz size hürmet ettik, çünkü bize dediler ki Arıburnu ve Anafartalar kumandanı Mustafa Kemal hizmet etti, bunun için zat-ı âlinizin hüsn-ü kabul etmek istemiştim, fakat bugün bana bahsettiğiniz şeylerin başka manada olduğunu hisseder gibi oluyorum. Beyefendi, bu mübahase ve tenkidatın makam ve muhatabı ben değilim. Ben ordu başkumandanına, onun erkân-ı harbiyesine, bütün heyet-i vükelâ ile beraber derin ve sarsılmaz itimat taşıyan bir nazırım. Sizin tereddütleriniz olabilir; sizin vâkıf olmadığınız hakikatler bulunabilir. Ben size bunları izah etmekte mazurum. Eğer siz buraya şüphe ve tereddütlerinizi izah etmekte mazurum. Eğer siz buraya şüphe ve tereddütlerinizi hal için gelmişseniz yanlış yere geldiğinizi ihtar etmek mecburiyetindeyim. Başkumandanlığa ve erkân-ı harbiyesine müracaat ediniz. Hiç şüphe etmem, ki orada sizi lüzumu kadar, ihtiyacınız kadar tenvire muktedir zevat vardır.”

-”Bana yol göstermek nezaketinde bulunduğunuz için size teşekkür ederim. Yalnız müsaadenizle şunu arzedeyim ki, evvelâ ben Türk ordusunun yabancısı bir adam değilim; ben ordu ile çok küçük zabitlikten beri derinden temasa geçmiş bir askerim. Ben hâdisatın sevki ile ordunun içinde zabit, nihayet kumandan olarak iş görmüş ve zannıma göre muvaffak olmuş bir kumandanım. Türk ordusunu, onun faziletini, kıymetini ve bu ordu ile neler yapılabileceğini benim kadar anlayan az olmuştur. Beni acemi bir zabit, tesadüfle kumandan olmuş bir adam gibi telâkki ettiğiniz için müteessirim. Maamafih sizi mazur görüyorum, zira bütün hayatınızda, hattâ şimdiki vaziyet-i mühimme-i siyasiyenizde (mühim siyasî durumunuzda) henüz hakikatle, temasa gelmiş bir zat değilsiniz. Bana bir şey tavsiye ettiniz ki ben onu yapamam, Başkumandanlık Vekâletine erkân-ı harbiyesine müracaat etmek, tereddütlerimi orada izale etmek (gidermek)… Beyefendi; farkında değil misiniz ki artık bu memlekette millî bir erkân-ı harbiye heyeti yoktur, bir Alman erkân-ı harbiyesi vardır; o Alman erkân-ı harbiyesi ki, Türk ordusunda ilk icraat olarak benim gibi âsi bir askeri tardetmek (uzaklaştırmak) kararına vardı, beni o heyete mi gönderiyorsunuz?”

Büyük Adam Kimdir?

-”Arkadaşlar, Selânik’te Hürriyet meydanı denilen bir meydan vardır, maruf bâzı yerler de meydanı ihata eder (kuşatır): Olimpos Palas, Kristal, Yonyo, vesaire…

Bir gece Yonyo’nun mahşer gibi kalabalık, büyük salonunun bir köşesinde, ufak merdivenle çıkılır; bir de hususî oda olduğunu haber aldım ve oraya çıktım. Ufak, zarif bir salondu ve ağız ağzına dolu idi. Salonda bir masaya yaklaştığımı hatırlarım; bu masada ihtilâlci zevat (kişiler) varmış. Rakı ve bira içildiğine dikkat ettim; masayı işgal edenler çok vatanperverâne konuşuyorlardı. İnkılâp yapabilmek için büyük adam olmaktan bahsolunmakta idi. Herkeste büyük adam olmak hevesi vardı. Fakat büyük olabilmek için insan nasıl ve kimin gibi olmalı?

İçlerinden biri bağırdı “Cemal Paşa gibi olmak isterim..” Sofrayı işgal edenlerden hepsi: “Bravo, dediler, Cemal gibi…” Sonra hiçbirini yakından tanımadığım bu zevat hep birden bana döndüler. Ben durgun ve sabit bir nazarla kendilerine baktım. Benim tavrımdaki ve durgunluğumdaki manaya dikkat eden yoktu. Benim onlardan daha çok, her gün ve her gece temas etmekte olduğum Cemal Bey hakkındaki nokta-i nazarlarını teyit etmekliğime muntazır idiler (beklemekte idiler). Ben bilmem neden, bu zevatı tatmin edecek bir işarette bulunamadım. Fakat içimden şu mülâhaza geçti: ”Bir adam ki büyük olmaktan bahseder, benim hoşuma gitmez. Bir adam ki memleketi kurtarmak için evvelâ büyük adam olmak lâzımdır, der, ve bunun için bir de nümune intihap eder (örnek seçer), onun gibi olmayınca memleketin kurtulamayacağı kanaatinde bulunur, bu, adam değildir.”

Bu mülâhazada (görüşlerde) bulunurken, sofra arkadaşlarımı memnun edemediğimi hissettim. Hiç şüphe etmem, ki bana dair hükümleri menfi (olumsuz) olmuştur; ve bu hükümlerini mâkul bir surette izah edebilmek için demiş olsalar gerekir ki:

-”Bu acemî efendi, galiba kendini o kadar büyük görüyor, ki ve bu sebepten daire-i rüyeti (görüş alanı) o kadar daralmıştır, ki artık büyüklüğü göremez hale gelmiştir. Bu adam arkadaşımız olamaz.”

Bu gece, o sofranın mahmurluğu etrafında iki telâkki tebellir etti (belirdi): Biri müsbet, biri menfi.

Bir telâkkiye (anlayışa) göre evvelâ büyük adam olmak, sonra memleketi kurtarmak lâzımdır. Diğer telâkkiye göre büyük adam lâfla olmaz, evvelâ memleketi kurtarmalı, ondan sonra dahi büyüklük mevzuu bahis değildir.

Arkadaşlar size bu hikâyeyi bugünkü duygumla, bugünkü tecrübemle söylemiyorum. “Yonyo”nun hususî odasındaki müşahedemin bana ihlam ettiği fikir, bu idi.”

Bir Makalenin Münakaşası

-”Bir gün Cemal Bey Selânik gazetelerinden birine imzasız bir başmakale yazmış; beraber çalıştığımız daireden çıkıp tramvaya binmiş. Olimpos’a gidiyorduk. Cemal Bey’in elinde o gazete vardı, bana uzatıp dedi ki:

-”Bu başmakaleyi okudunuz mu?”

-”Hayır.”

-”Oku…” dedi.

Okudum:

-”Nasıl?” diye sordu.

-”Alelâde bir gazetenin alelâde bir yazısı, dedim.”

-”Amma yaptın ha, bunu, ben yazdım.”

Cevap verdim: “Afedersiniz, bilmiyordum, yazmamış olmanızı temenni ederdim. Ve ilâve ettim: ”Cemal Bey, şu ve bu tarzda siz birtakım kuş beyinli kimselere kendinizi beğendirmek hevesine düşmeyiniz, bunun hiçbir kıymeti ve ehemmiyeti yoktur. Siz içinde bulunduğunuz vaziyeti mütalâa ediniz. Ve evvelâ kabul ediniz ki, biraz feragat sahibi olmak lâzımdır. Eğer şunun bunun teveccühünden kuvvet almaya tenezzül ederseniz, halinizi bilmem, fakat âtiniz (geleceğiniz) çürük olur. Çünkü bizim hakikatle hiç temasa gelmemiş vâsi (geniş) muhitlerimiz vardır; bu muhitlerde henüz acemkâri hayalât ile meşbu (dolu) olanlar çoktur. Büyüklük odur ki, hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için hakikî mefkûre neyse onu görecek, o hedefe yürüyeceksin, herkes senin aleyhinde bulunacaktır. Herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen bunda mukavemetsûz (muvakemet yakan, direnmeyi yok eden) olacaksın. Önüne namütenahi (sonsuz) mânialar (engeller) yığacaklardır, kendini büyük değil küçük, zayıf, vasıtasız, hiç telâkki ederek, kimseden yardım gelmeyeceğine kaani olarak (kanısına vararak) bu maniaları (engelleri) aşacaksın. Ondan sonra sana büyüksün derlerse, bunu diyenlere de güleceksin.”

Cemal Bey sözlerimi sükûnetle dinledi, bana hak verdi. İmzasız makalesini tenkid ettiğim için hâsıl olan teessürü zâil olmuş (üzüntüsü gitmiş) göründü.”

Müstakil Yaşamak İsterim

”- Çocukluğumdan beri bir tabiatım vardır. Oturduğun evde ne ana, ne kız kardeş, ne de ahbap ile beraber bulunmaktan hoşlanmazdım. Ben yalnız ve müstakil bulunmayı, çocukluktan çıktığım zamandan itibaren daima tercih etmiş ve sürekli olarak öyle yaşamışımdır. Tuhaf bir halim daha var, ne ana -babam çok erken ölmüş-, ne kardeş, ne de en yakın akrabamın kendi zihniyet ve telâkkilerine göre bana şu veya bu tavsiye ve nasihatte bulunmasına tahammülüm yoktu. Aile arasında yaşayanlar pekâlâ bilirler ki sağdan soldan, pek saf ve samimî itiraflardan mahsun bulunamazlar. Bu vaziyet karşısında iki tarz-ı hareketten birini intihab etmek (seçmek) zaruridir. Ya itaat, yahut bütün bu ihtar ve nasihatleri hiçe saymak. Bence ikisi de doğru değildir. İtaat nasıl olur, en aşağı benimle yirmi, yirmi beş yaş farkı olan anamızın ihtarlarına itaat maziye ric’at (dönüş) demek değil midir. İsyan etmek, faziletine, hüsn-ü niyetine, yüksek kadınlığına kaani olduğum anamın kalbini; telâkkilerini alt üst etmektir. Bunu da doğru bulmam.”

Yedi Evliya Kuvvetindeki Padişah

-”Maahaza (bununla beraber) size bu münasebetle anamın ve kız kardeşimin inkilâp işlerinde bana inandıklarını ve hizmet ettiklerini de zikretmeliyim. Biz Selânik’te tahmin edeceğiniz tarihlerde; zahirî manası ne olduğunu bilmem, fakat fedakârane komitecilik yapıyorduk. Meşrutiyetin ilânından çok evvel, bir gece bizim evde bir içtima (toplantı) yapmıştık. Bu ev Selânik’te mektep karşısında, pembe boyalı büyücek bir evdir. İşte bu evin bir odasında birtakım arkadaşlar toplanmıştık. Bu arkadaşlardan biri, ki şehit oldu veya vefat etti, kemal-i hürmetle yâdederim, Kâmil Bey isminde bir süvari zabiti idi, şişmanca bir zat… Çok paralar toplamışlardı, liralar, mecidiyeler ve gümüş madenî paralar… Bizim müzakere yaptığımız odaya bakan hizmetçi, anama bunu haber vermiş. Yukarıda paralar, bahisler, münakaşalar ve plânlar var, manasında birtakım sözler söylemiş, anam, hasta, ihtiyar, yatağından kalkmış, bizim bulunduğumuz odanın kapısına kadar gelmiş ve kısmen ne konuştuklarımızı dinlemiş, tekrar odasına gitmiş..

İttihaz olan mukarrerattan sonra arkadaşlar beni terkettiler, müteakıben, uyumakta olduğunu zannettiğimiz anam yanıma geldi, bana dedi ki

-”Çocuğum, bir şey anlamak istiyorum, sen ve senin arkadaşların yedi evliya kuvvetindeki padişaha isyan mı ediyorsunuz?”

Anama ne düşündüğümü, ne yaptığımızı söylemek istemiyordum. Fakat bizim o akşamki içtimaımızı görmüş, her şeye vâkıf olmuş olduktan sonra, artık annemden ve kardeşimden hakikatı gizlemeye lüzum görmedim, bilâkis onları tenvir eteği (aydınlatmayı) tercih ettim:

-”Evet anne, dedim, senin yedi evliya kuvvetinde farzettiğin adam hiçbir kuvvete malik değildir. Biz burada toplanan insanlar memleketi bu zalimlerden kurtarmak istiyoruz. Senin aklın buna ermeyebilir, yahut evlâdın olduğumu unutarak gider, evliyalara kavuşursun!”

Anam o vakit dedi ki:

-”Evlâdım, siz acemisiniz, madem ki böyle şeylerle uğraşıyorsunuz, beni yaptığınız işlerden haberdar ediniz ve gizli şeylerinizi bana veriniz. Çok dikkat etmelisiniz. Muvaffak olmak zordur; mahvolmak daha tabiî kabul edilmek lâzım gelir. Ne yapayım, yegâne erkek evlâdımsın, senin mahvolmanı istemiyorum, bu gücüme gidiyor.”

-”Anne, dedim, bu işler almış yürümüştür. Ben namuskâr bir adam olarak bu işlerin içinde bulunmak mecburiyetindeyim. Beni bundan meneder misiniz?”

-”Hayır evlâdım, bir gün bu işler olduktan sonra, seni namus ve haysiyet sahibi olanlarla beraber görmezsem, işte o zaman meyus (üzgün) olurum. Ben senin kadar okumadım, senin kadar bilmem, senin gördüğün, anladığın şeyleri yapmaktan menetmeye kalkışmam. Yalnız dikkat et, esas muvaffak olmaktır, muvaffak olmaya çalışınız.”

Falih Rıfkı-Mahmut

Kaynak: Milliyet Gazetesi, 13 Mart 1926
 

Painfully

Well-Known Member
Yanıt: Atatürk'ün Mektupları,Telgrafları ve Mülâkatları

Mustafa Kemal’in Mc. Arthur’a Verdiği Mülâkat

Washington 7 Kasım 1951

Yarın neşredilecek olan ”The Caucasus” mecmuası Atatürk’le Mc. Arthur arasında bundan 20 sene evvel yapılan görüşmenin aşağıdaki şayan-ı dikkat tafsilâtını açıklayacaktır.

Avrupa’nın vaziyeti hakkında ne düşündüğünü kendisine soran Mac Arthur’e Atatürk şu cevabı vermişti: -”Versailles muahedesi Birinci Dünya Harbi’ne sebebiyet vermiş olan âmillerden hiçbirini bertaraf edemediği gibi, bilâkis dünün başlıca rakipleri arasındaki uçurumu büsbütün derinleştirmiştir. Zira, galip devletler, mağlûplara sulh şartlarını zorla kabul ettirirlerken, bu memleketlerin etnik, geo-politik ve iktisadî hususiyetlerini aslâ nazarı itibara almamışlar ve sadece husumet (düşmanlık) hislerinden mülhem (esin) bulunmuşlardır. Böylelikle bugün içinde yaşadığımız sulh devresi sadece mütarekeden ibaret kalmıştır. Eğer siz Amerikalılar, Avrupa işleriyle alâkadar olmaktan vazgeçmeyerek, Wilson’un programını tatbikte ısrar etseydiniz, bu mütareke devresi uzar ve bir gün devamlı bir sulha müncer olabilirdi (varabilirdi). Bence, dün olduğu gibi yarın da, Avrupa’nın mukadderatı Almanya’nın alacağı vaziyete bağlı bulunacaktır. Fevkalâde mukadderatı Almanya’nın alacağı vaziyete bağlı bulunacaktır. Fevkalâde bir dinamizme malik olan bu 70 milyonluk çalışkan ve disiplinli millet, üstelik millî ihtiraslarını kamçılayabilecek siyasî bir cereyana kendisini kaptırdı mı, ergeç Vesailles muahedesinin tasfiyesine tevessül edecektir (girişecektir.)”

Atatürk, Almanya’nın, İngiltere ve Rusya hariç olmak üzere, bütün Avrupa kıtasını işgal edebilecek bir orduyu kısa bir zamanda teşkil edebileceğini, binaenaleyh harbin 1940-45 seneleri arasında başlıyacağını, Fransa’nın kuvvetli bir ordu yaratmak için lâzım gelen hassaları artık kaybettiğini ve İngiltere’nin adalarını müdafaa etmek için, bundan sonra Fransa’ya güvenemeyeceğini söylemiş, İtalya hakkında da şöyle demişti:

-”İtalya Mussolini’nin idaresi altında şüphesiz büyük bir kalkınmaya ve inkişafa mazhar olmuştur. Eğer Mussolini, müstakbel bir harbde, İtalya’nın zahirî (yüzeyde görünen) heybet ve azametini, harp haricinde kalmak suretiyle, lâyıkı veçhile istismar edebilirse, (gerektiği gibi kullanabilirse), sulh masasında başlıca rollerden birini oynayabilir. Fakat, korkarım ki, İtalya’nın bugünkü şefi Sezar rolünü oynamak hevesinden kendisini kurtaramayacak ve İtalya’nın askerî bir kuvvet yaratmaktan henüz çok uzak olduğunu derhal gösterecektir.”

Atatürk, Amerika’nın geçen harbde olduğu gibi bu harbde de tarafsız kalamayacağını ve Almanya’nın ancak bu Amerikan müdahalesi dolayısıyla mağlûb olacağını da ilâve etmiş ve âdeta kehanet mesabesinde (derecesinde) olan şu şayan-ı hayret sözleri söylemiştir:

-”Avrupa devlet adamları, başlıca ihtilâf mevzuu olan mühim siyasî meseleleri, her türlü millî egoizmlerden uzak ve yalnız umumun nef’ine (yararına) olarak, son bir gayret ve tanı bir hüsnüniyetle ele almazlarsa, korkarım ki felâketin önü alınamayacaktır. Zira Avrupa meselesi İngiltere, Fransa ve Almanya arasındaki ihtilâflar meselesi olmaktan artık çıkmıştır. Bugün Avrupa’nın şarkında bütün medeniyeti ve hattâ, bütün beşeriyeti tehdit eden yeni bir kuvvet belirmiştir. Bütün maddî ve mânevî imkânlarını, topyekûn bir şekilde cihan ihtilâli gayesi uğruna seferber eden bu korkunç kuvvet üstelik Avrupalılar ve Amerikalılarca henüz malûm olmayan yepyeni siyasî metotlar tatbik etmekte ve rakiplerinin en küçük hatalarından bile mükemmelen istifade etmesini bilmektedir. Avrupa’da vuku bulacak bir harbin başlıca galibi ne İngiltere, ne Fransa, ne de Almanya’dır. Sadece Bolşevizmdir. Rusya’nın yakın komşusu ve bu memleketle en çok harp etmiş bir millet olarak, biz Türkler, orada cereyan eden hâdiseleri yakından takibediyor ve tehlikeyi bütün çıplaklığıyla görüyoruz. Uyanan şark milletlerinin zihniyetlerini mükemmelen istismar eden, onların millî ihtiraslarını okşayan ve kinleri tahrik etmesini bilben Bolşevikler, yalnız Avrupa’yı değil, Asya’yı da tehdit eden başlıca kuvvet halini almışlardır.”

Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi, 8 Kasım 1951
 

Painfully

Well-Known Member
Yanıt: Atatürk'ün Mektupları,Telgrafları ve Mülâkatları

Atatürk’ün Amerikalı Gazeteci Gladis Baker’e Verdiği Mülâkat

Ankara, 20 Haziran 1935

-”Harp çıktığı takdirde Amerika, bitaraflık siyasetini muhafaza edebilir mi!”

-”İmkânı yok, Eğer harp çıkarsa, Amerika’nın milletler camiasında işgal ettiği yüksek mevki her halde müteessir olacaktır.

Coğrafi vaziyetleri ne olursa olsun milletler birbirine bir çok rabıtalarla bağlıdırlar.

Bundan başka, Amerika büyük ve kuvvetli, ve dünyanın her yerinde alâkası olan bir devlet olduğundan kendisinin siyaset ve iktisadiyat cihetinden ikinci derecede bir mevkie düşmesine aslâ müsaade edemez.”

-”Milletler Cemiyeti’nin, sulhun muhafazası için müessir bir vasıta olduğunu zannediyor musunuz?”

-”Milletler Cemiyeti, henüz kat’î ve müessir bir vasıta olduğunu ispat etmemiştir. Diğer taraftan Milletler Cemiyeti bugün, bütün milletlerin, müşterek gayenin tahakkuku için çalışabilecekleri yegâne teşkilâttır.

Şuna da kaaniim ki, eğer devamlı sulh isteniyorsa kütlelerin vaiyetlerini iyileştirecek beynelmilel tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın heyet-i umumiyesinin refahı açık ve tazyikın yerine geçmelidir.

Dünya vatandaşları, haset, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde terbiye edilmelidir.”

-”Türkiye’de Bolşevikliğin yayılmasından korkuyor musunuz?”

-”Türkiye’de Bolşeviklik olmayacaktır. Çünkü Türk hükûmetinin ilk gayesi, halka hürriyet ve saadet vermek, askerlerimize olduğu kadar, sivil halkımıza da iyi bakmaktır.”

-”Niye diktatör diye çağrılmaktan hoşlanmıyorsunuz?”

-”Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar. Evet bu doğrudur. Benim arzu edip de yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Çünkü ben zoraki ve insafsızca hareket etmek bilmem. Bence diktatör, diğerlerini iradesine râmedendir. Ben kalbleri kırarak değil, kalbleri kazanarak hükmetmek isterim.”

-”Mes’ut musunuz?”

-”Evet, çünkü muvaffak oldum.”

Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi, 21 Haziran 1935
 

Painfully

Well-Known Member
Yanıt: Atatürk'ün Mektupları,Telgrafları ve Mülâkatları

Atatürk’ün Antonesku’ya Verdiği Mülâkat

17 Mart 1937

Atatürk 17 Mart 1937′de, Ankara Palas salonlarında, Romanya Dışişleri Bakanı Antonesku ile yaptığı bir sohbette, kendi hayat felsefesini ve ayrıca şeflerin nasıl olması gerektiği hakkındaki düşüncelerini aşağıdaki şekilde anlatmıştır:

Milletler gam ve keder bilmemelidir. Şeflerin vazifesi, hayatı neşe ve şevkle karşılamak hususunda milletlerine yol göstermektir.

Vaktiyle kitaplar karıştırdım. Hayat hakkında filozofların dediklerini anlamak istedim. Bir kısmı herşeyi kara görüyordu.

“Mademki hiçiz ve sıfıra varacağız dünyadaki muvakkat (geçici) ömür esnasında neşe ve saadete yer bulunmaz” diyorlardı. Başka kitaplar okudum, bunları daha akıllı adamlar yazmışlardı. Diyorlardı ki: “Mademki sonu nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız müddetçe şen ve şâtr olalım.”

Ben kendi karakterim itibarıyla ikinci hayat telâkkisini tercih ediyordum, fakat şu kayıtlar içinde:

Bütün insanlığın varlığını kendi şahıslarında gören adamlar bedbahttırlar. Besbelli ki o adam fert sıfatıyla mahvolacaktır. Herhangi bir şahsın, yaşadıkça memnun ve mes’ut olması için lazım gelen şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktır. Makûl bir adam, ancak bu suretle hareket edebilir. Hayatta tam zevk ve saadet, ancak gelecek nesillerin şerefi, varlığı, saadeti için çalışmakta bulunabilir.

Bir insan böyle hareket ederken, “benden sonra gelecekler acaba böyle bir ruhla çalıştığımı farkedecekler mi?” diye bile düşünmemelidir. Hattâ en mesut olanlar, hizmetlerinin bütün nesillerce meçhul kalmasını tercih edecek karakterde bulunanlardır.

Herkesin kendine göre bir zevki var. Kimi bahçe ile meşgul olmak, güzel çiçekler yetiştirmek ister. Bazı insanlar da adam yetiştirmekten hoşlanır.

Bahçesinde çiçek yetiştiren adam bir şey bekler mi? Adam yetiştiren adam da çiçek yetiştirendeki hislerle hareket edebilmelidir. Ancak bu tarzda düşünen ve çalışan adamlardır ki memleketlerine ve milletlerine ve bunların istikbaline faydalı olabilirler.

Bir adam ki memleketin ve milletin saadetini düşünür, o adamın kıymeti birinci derecededir. Esas kıymeti kendine veren ve mensup olduğu millet ve memleketi ancak şahsiyeti ile kaim gören adamlar, milletlerinin saadetine hizmet etmiş sayılmaz. Ancak kendilerinden sonrakileri düşünebilenler, milletlerini yaşamak ve ilerlemek imkânlarına nail ederler (kavuştururlar). Kendi gidince terakki (ilerleme) ve hareket durur zannetmek gibi bir gaflettir.

Şimdiye kadar bahsettiğim noktalar ayrı ayrı cemiyetlere aittir. Fakat bugün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla insan mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar bütün cihan milletlerinin huzur ve refahını düşünmeli ve kendi milletinin saadetine ne kadar kıymet veriyorsa bütün dünya milletlerinin saadetine hâdim olmağa elinden geldiği kadar çalışmalıdır.

Bütün akıllı adamlar takdir ederler ki bu vadide çalışmakla hiçbir şey kaybedilmez. Çünkü dünya milletlerinin saadetine çalışmak, diğer bir yolda kendi huzur ve saadetini temine çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında sükûn ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendisi için ne yaparsa, yapsın huzurdan mahrumdur. Onun için ben sevdiklerime şunu tavsiye ederim:

Milletleri sevk ve idare eden adamlar, tabii evvelâ kendi milletinin mevcudiyet ve saadetinin âmili olmak isterler. Fakat aynı zamanda bütün milletler için aynı şeyi istemek lâzımdır.

Bütün dünya hâdiseleri bize bunu açıktan açığa isabet eder. En uzakta zannettiğimiz bir hâdisenin bize bir gün temas etmeyeceğini bilemeyiz.

Bunun için beşeriyetin hepsini bir vücut ve bir milleti bunun bir uzvu addetmek icabeder. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan bütün âza müteessir olur.

İşte bu sükûnet içinde bütün dünyayı mütalaâ etmek fırsatı bizdedir. Dünyanın filân yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla alâkadar olmalıyız. Hâdise ne kadar uzak olursa olsun bu esasdan şaşmamak lâzımdır. İşte bu düşünüş, insanları, milletleri ve hükûmetleri hodbinlikten kurtarır. Hodbinlik şahsî olsun, millî olsun daima fena telâkki edilmelidir.

O halde konuştuklarımızdan şu neticeyi çıkaracağım: Tabiî olarak kendimiz için bütün lâzım gelen şeyleri düşüneceğiz ve icabını yapacağız. Fakat bundan sonra bütün dünya ile alâkadar olacağız.

Kısa bir misal: Ben askerim. Umumî harpte bir ordunun başında idim. Türkiye’de diğer ordular ve onların kumandanları vardı. Ben yalnız kendi ordumla değil, öteki ordularla da meşgul oluyordum. Bir gün Erzurum cephesindeki hareketlere ait bir mesele üzerinde durduğum sırada yaverim dedi ki:

-”Niçin size ait olmayan meselelerle de uğraşıyorsunuz?”

Cevap verdim;

-”Ben bütün orduların vaziyetini iyice bilmezsem kendi ordumu nasıl sevk ve idare edeceğimi tayin edemem. Bir devlet ve milleti idare vaziyetinde bulunanların daima gözönünde tutmaları lâzım gelen mesele budur. Bu münasebetle muhterem misafirimize şunu diyeceğim: ben düşündüklerimi sevdiklerime olduğu gibi söylerim. Aynı zamanda lüzumlu olmayan bir sırrı kalbimde taşımak iktidarında olmayan bir adamım. Çünkü ben bir halk adamıyım. Yanlışım varsa halk tekzip eder. Fakat şimdiye kadar bu açık konuşmada halkın beni tekzip ettiğini görmedim.”

Kaynak: Yücel Dergisi, Kasım 1939
 
Üst